Dr Nuray Çalışkan, Gezdi, yaşadı ve yazdı.
Ağva, bir İstanbul masalı...
Mayıs ayının sonunda, havalar aniden ısınıp klimayı mı açsak acaba boyutuna gelince temmuz ayına planladığım deniz sezonunu hemen öne çekmeye karar veriyorum. Karabük’ün Yenice ormanlarında dolaşırken kafamdaki tek düşünce bir dahaki hafta sonu, oğlumla en yakın, sahili olan bir kasabaya gitmek. Kocaeli şehrinde birçok seçenek olsa da (Kerpe, Kefken, Kumcağız gibi) içinde Göksu Nehrinin geçtiği romantik rota, kulağa daha cazip geliyor bu sefer.
Pazartesi’den Cuma’ya 5 gün boyunca otel ve konaklama seçeneklerini araştırıp değerlendikten sonra fiyatların epey yüksek olmakla birlikte hafta sonu için 2 gün konaklama şartı da olduğunu duyunca ümidim epey azalıyor. Ama vazgeçmek yok. Huyum kurusun ki bir şey aklıma geldi mi yapılmış sayabilirsiniz. Dolayısıyla otel yoksa çadır var deyip kamp malzemelerini dolduruyorum Kırmızı’ya. Bilmeyenler için tekrar not düşeyim; Kırmızı benim arabamın adı.
4 Haziran Cumartesi sabahı, hep olduğu gibi erkenden uyanıyorum, son hazırlıkları da tamamlayıp oğlumu uyandırarak atlıyoruz Kırmızı’ya.
Belirsizliklerle dolu bir serüvenin başlangıcında heyecanlanmamak mümkün değil. Neşe ve merak içinde ilerlediğimiz köy yolları öyle iyi geliyor ki ruhuma. Sevdiğim yabancı müzikler eşliğinde, dikiz aynasından oğlumun uyuduğunu da görerek huzurla sürüyorum arabayı yeşilin derinliklerine.
Bisikletçi dostlar eşlik ediyor bana zaman zaman bu yolculukta. Korna çalıp selam vermek istesem de dikkatleri bozulup sesten rahatsız olurlar diye gülümseyerek selamlıyorum geçerken onları. Tabi onlar, ne beni görüyor ne selamımı… Ama benim kalbim onlarla ve emekleriyle…
1-1,5 saatlik yolun sonunda yemyeşil bir tablonun içine süzülürken ilk yol ayrımından sola kırıyorum direksiyonu. İnce, yarı asfalt yarı toprak yolda ilerlerken sol taraftaki sıra sıra dizilmiş butik otellerin önünde dikilen görevliler çekiyor dikkatimi. Yoldan geçen arabaları davet ediyorlar otellerine. Hani 2 gece konaklama şartı vardı, ne oldu şimdi?
Neyse ben de yavaşlatıyorum Kırmızı’yı, camı açıp soruyorum ne kadar diye geceliği. İçeri sesleniyor hızlıca görevli. Gelen cevapla yer olmadığını söylüyor.
Daha burada başlıyor macera.
- E siz ne dikiliyorsunuz o zaman burada böyle?
- Az ilerde bir yerimiz daha var. İsterseniz sizi oraya alalım?
- Orada tek gece kalabiliyor muyum ve ne kadar ücreti?
Bu sefer alelacele aranan bir telefonla geliyor sorularımın karşılığı. Evet tek gece kalabiliyormuşum ve 800 tl imiş geceliği. Eh iç güveysinden hallice deyip bırakıyoruz arabamızı bu kıyıda ve biniyoruz sala.
Bisikletçi dostlar eşlik ediyor bana zaman zaman bu yolculukta. Korna çalıp selam vermek istesem de dikkatleri bozulup sesten rahatsız olurlar diye gülümseyerek selamlıyorum geçerken onları. Tabi onlar, ne beni görüyor ne selamımı… Ama benim kalbim onlarla ve emekleriyle…
- E siz ne dikiliyorsunuz o zaman burada böyle?
- Az ilerde bir yerimiz daha var. İsterseniz sizi oraya alalım?
- Orada tek gece kalabiliyor muyum ve ne kadar ücreti?
Otel, tercihimiz değil, oğlum da ısrarla çadırda uyumak istemiyordu bu gece. İnanılmaz bir şans oldu böylesi bir yere tesadüf etmek.
Bu güzelim güne biraz gecikmeli de olsa harika bir kahvaltıyla başlıyoruz nihayet. Yeşilin tonları ile damağımızın lezzeti birleşince enfes bir görüntü çıkıyor ortaya. Sanırım bunun adı mutluluk!
Yine küçük bir hesap bilgisi vermem gerekirse, iki kişilik serpme kahvaltı 300 tl. Bu durum tüm nehir kıyısı boyunca bu şekilde. Fiyat artabiliyor ama azaldığını sanmıyorum. Yine pazarlık yeteneğinize bağlı olabiliyor.
Sırada asıl geliş amacımız var. Kırmızı’ya atlayıp basıyoruz gaza. Ağva sahilinde belediyeye ait bir tesis ve otoparkı bulunuyor. Günlük otopark ücretinin 30 TL olmasından hiç rahatsız olmuyorum da 150 TL olan iki şemsiye bir şezlong ve 15 TL olan kabin ücretine epey hayıflanıyorum. Zaman da öyle bir zaman ki pahalı mı ucuz mu anlamak hiç kolay olmuyor.
Neyse biz detaylara ve sayılara takılmadan bulutlu, rüzgârlı havada daha da kararan Karadeniz’in bu dalgalı denizine girmeye niyetliyiz.
Tek tük kişinin yüzdüğü suya girme denemelerimiz baştan sonuç vermese de anne- oğul birbirimizi yüreklendirerek nihayet bırakıyoruz kendimizi serin sulara. Sonra da uzun uzun tadını çıkarıyoruz bulutlu havada güneşlenmenin.
Eğlenceli bir günün sonunda sıcak suyun hayali ile plaj havlularına sarınarak biniyoruz arabamıza. Yine vale alıyor park etmek için Kırmızı’yı. Biz ise su dansı yapan sal ile karşıya geçiyoruz.
Koşar adım vardığımız bungalovumuzun kapısında aklıma gelen şey başıma geliyor. ‘Ya sıcak su yoksa?’… Sıcak su ne azizim? Su hiç akmıyor banyoda… Eyvah ki ne eyvah! Kafamda deli sorular, bir oda kiralarken bundan sonra su tesisatını kontrol edeceğim diye kendi kendime söz vermeler, odanın görüntüsünden önce işlevselliğinin önemli olduğunu hatırlatmalar…
Sorunu resepsiyona bildirdiğimde, burasının köy olarak geçtiğinden bu tarz sıkıntılar yaşanabileceği açıklaması yapılıp sağolsunlar ki hızlıca bir çözüm üretiyorlar. Ana binadaki odaların birinde banyoyu kullanmamızı önerdiklerinde tabi ki hemen bunu kabul edip hızlıca gidiyoruz.
Duşun tadını çıkaran canım oğlumdan sonra, uzun süre titreyerek ıslak bir şekilde serin havada beklediğimden midir nedir, sıcak suyun altına girince hissettiğim rahatlama duygusu tarifsiz. Boynumdan aşağıya inen her su damlası, bedenimi okşayıp geçiyor adeta. O nasıl bir haz, o nasıl bir huzur. Meditasyon şekli diyebilirim.
Bu trajikomik olayın mutlu sonlanması, akşam yemeğine giderken ayrı bir keyif almamızı sağlıyor. Oğlumla Ağva merkeze doğru yol alıyoruz yavaş yavaş. Çok sevdiğim o Yeşilçay deresi kenarındaki restoranları dolaşıyoruz ağırdan. Ve beğendiğim hep de tercih ettiğim Orhanbaba restoranına oturuyoruz oğlumla.
Fonda çalan Türk sanat müziği şarkıları eşliğinde arkamda atamın fotoğrafı gün batımına doğru kaldırıyoruz kadehlerimizi. Yemeklerin lezzetinden tutun da bugünkü maceramıza kadar konuşup değerlendiriyoruz günün özetini. Tatlı tatlı sohbet edip, şarkıları mırıldanırken oğlumun varlığı ve verdiği cevapları duyup mest oluyorum, gün boyu olmayıp veda ederken kızıllığını bize hediye eden güneşin eşliğinde.
Sonra kıyı boyunca Ağva Fenerine doğru yürüyüp el sallıyoruz giden kızıl misafire. Biraz balıkçıları izliyoruz, biraz da hayal kuruyoruz. Ama ne hayaller, ne hayaller…
Ertesi sabah her zamanki gibi erkenden uyanıp kolaçan ediyorum etrafı. Hatta üşenmeyip kısa bir keşif yürüyüşü de yapıyorum. Ve öğreniyorum ki burası bir zamanlar Riverside adlı en eski ve en meşhur otellerdenmiş. Şimdiki adı ise Woodenhouse Otel. Restorasyon öncesi son hizmet sezonu diye düşünüyorum. Kim bilir ilerde nasıl göreceğiz burayı.
Oğlum da uyanınca o en sevdiğim öğün için nehir kenarına koşuyoruz yine. Bu sefer dünden farklı olarak bu kıyıda edeceğiz kahvaltımızı.
Kuş sesleri, yeşilin her tonunda ağaçlar, huzurla akan bir akarsu ve canımın oğlumun muhabbeti.
Daha ne isterim ki? Bu muazzam manzara karşısında son kez tadını çıkarıp az sonra dönüş yoluna hiç geçmeyecekmiş gibi içime çekiyorum huzuru. Leziz sofra karşısında sıcacık çayımı yudumlarken gözlerine bakıyorum oğlumun. İyi ki sevdiklerimiz var. İyi ki sevdiğimiz, huzur bulduğumuz, keyif aldığımız yerler var. O yerleri keşfetmek dileğiyle yeni rotada buluşmak üzere….